Ceyhun İrgil: ‘6 ayda 150 bin yıllık bilgi birikimini ve emeği yok ettiler’ « zafergazetesi.net

SON DAKİKA

Ceyhun İrgil: ‘6 ayda 150 bin yıllık bilgi birikimini ve emeği yok ettiler’

5 bine yakın akademisyenin ihraç edildiğini söyleyen TBMM Eğitim Komisyonu Üyesi Dr. İrgil, “Bir bilim insanı kolay yetişmiyor, ortalama 30 yılda yetişiyor, bunu unutmamak gerek. Şimdi düşünün son 6 ayda bir kişinin iki dudağı arasından çıkan kararlarla 5 bin çarpı 30 yıl yani 150 bin yıllık bilgi birikimi, emek bir kalemde heba edildi. Sokağa atıldı. Buna 14 bin ÖYP, 2 bin 500 işsiz kalan akademisyeni de eklersek 645 bin yıllık eğitim, emek, araştırma, yayın, bilim adına ne varsa yok sayıldı. Bu rakamlar bir felakettir” dedi.

Bu haber 22 Mayıs 2017 - 17:30 'de eklendi ve kez görüntülendi.

CHP Bursa Milletvekili ve Milli Eğitim Komisyonu Üyesi Dr. Ceyhun İrgil’i Türkiye darbe girişiminden sonra özellikle kapatılan üniversitelerin devlet üniversitelerine dönüşümünde yaptığı çalışmalarla biliyor. Ama o Bursa’nın ‘Ceyhun Abi’si. Başarılı bir cerrah olan İrgil’in, aynı zamanda gazeteci ve yazar kimiliği de bulunuyor. Son olarak “İçimdeki Gökkuşağı” adlı şiir kitabını yayımlayan İrgil, şu sıralarda yazdığı sağlık tarihi kitabı için son düzenlemeleri yapıyor. İrgil ile eğitimde son dönemde yaşanan gelişmeleri konuştuk…

Öncelikle Türkiye’deki eğitim sisteminin genel olarak değerlendirir misiniz? Sizce eğitim sisteminin en önemli sorunu nedir?

Eğitim sisteminde ‘en önemli sorun’ olarak niteleyebileceğimiz bir başlık yok, çünkü hangi dalına uzansanız hepsi çürümüş durumda! Bugün Türkiye’deki eğitim sistemi başlı başına bir sorun. Son 14 yılda 6 bakan değişti. 12 kez sistem değiştirildi. 4+4+4 gibi garabet bir model getirildi, bu modele ne müfredat uygun düştü ne öğrenciler. Geçen yıl, kayıtlı olmasına karşın okula devam etmeyen öğrenci sayısı 644 bindi. Sadece karma eğitimin yok edilmeye çalışılması bile öğrenciler arasında huzursuzluk yarattı. Öğrenciler sınav atına dönüştü, sorgulama ve mantık yürütmeden uzaklaşıldı. Son PISA sonuçlarını hepimiz biliyoruz, çocukların “okuduğunu bile anlayamadığı” ortaya çıktı. Eğitimciler deseniz baskı altında, istedikleri sendikaya üye olmaktan korkuyorlar. Eğitim yöneticileri liyakatle değil, mülakatla seçiliyor. 14 yılda Milli Eğitim Şuraları dahi etkisini kaybetti. Eğitim sistemi, yandaş bürokratların elinde oyuncak haline dönüştü. 14 yılda eğitim yerle bir oldu.

Geçenlerde hatırlayın, yine bir yerde konuşuyordu Cumhurbaşkanı, dedi ki; “Ülkemizin son 14 yıldaki en zayıf halkaları eğitim ve kültür! Bu bir özeleştiridir ama gerçektir.” Bizim dilimizde tüy bitti, eğitim sistemi berbat demekten, Cumhurbaşkanı çıkıp söyleyince ayakta alkışlandı(!) Tabii hedefi ‘kindar ve dindar’ üzerinden belirlerseniz başarıya ulaşmanız zor, o hedefe asla ulaşamayacaklar. Kendi isteğiyle alkışlayanların arasına zorla alkış tutanları paravan yaparsanız, ses çok çıkar. Bu da başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, iktidarın yanılmasına neden oluyor.  Ben yürekten inanıyorum ki, bu ülkede çocuklarının çağdaş ve modern bir eğitim almasını isteyenler çoğunlukta.

Size göre nasıl bir eğitim modeli olmalı?

Bir ülkenin kaderini eğitim sistemi belirlediğine göre ve eğer biz ülkede güvenli yaşamak istiyorsak, refah ve huzur ortamı istiyorsak, özgür ve adil bir yaşam istiyorsak önceliklerimiz demokratik, bilimsel, inanç sömürüsü veya istismarı yapılmayan, farklı kültürleri yok saymayan bir anlayış olmalıdır. Eğitim sosyal ve kamusal bir haktır, elbette parasız olmalıdır. Eğitimde ticarileşme sona ermelidir. Eğitimin bir anayasası yapılmalı, iktidar ideolojisinin oyuncağı olmaktan çıkarılmalıdır. Bu anayasanın da ilk maddesi; “Çocukların sorgulamasına, zihinsel gelişimlerine yönelik, özgür düşünebilmenin önünü açacak eğitim sistemi değiştirilemez” olmalıdır.

15 Temmuz darbe girişiminin eğitime etkisini değerlendirir misiniz?

15 Temmuz darbe girişiminin eğitim üzerinden planlandığını düşünecek olursak asıl eğitimin darbe girişimine etkisi olmuştur. Okulları ve yurtlarında barınan cemaat kadroları ve sendikalarıyla yıllar içinde giderek büyüyen bir yapının, sanki bilinmezmiş gibi şaşkınlıkla karşılanması ise asıl şaşılacak olandır. İlk KHK’yı hatırlayın, bir çırpıda 21 bin eğitimci ihraç edilmişti, çünkü listeler zaten ellerindeydi. Sonrasında arka arkaya ihraçlar yaşandı. Kimin hangi gerekçeyle ihraç edildiği, görevden uzaklaştırıldığı anlaşılamadı. Kendileri de itiraf etti ya, “At izi it izine karıştı” tabiriyle… Bugüne gelecek olursak, Bakanın son açıklamasına göre eğitim camiasındaki toplam ihraç sayısı 33 bin 65. Konuyu uzatmanın anlamı yok, bu devletin içinden bir terör örgütü çıkmıştır ve bu terör örgütü eğitimde beslenmiştir. Ne ölçüde temizlendiğini ise önümüzdeki süreçte görebileceğiz ancak şunu da söylemek gerek; bu ihraçların iftiralara, yöneticilerin keyfi ihbarlarına dayanarak hukuka uygun olmayan bir yöntemle gerçekleşmiş olması doğru değildir. Cemaatle yakınlığı bilinenlerin sözde soruşturma komisyonlarını yönetmesi veya ihraç edilen isimleri belirleyen koltuklarda oturuyor olmaları ‘göstermelik temizlik’ şaibesinin ilk başlığıdır. Öte yandan boş kadrolara yapılan atamaların liyakat kuralları gözetilmeden gerçekleşmesi de ders alınmadığının göstergesidir.

AİLELER ÇOCUKLARINI İMAM HATİPLERE GÖNDERMEK İSTEMİYOR

Kapatılan FETÖ okullarının yüzde 90’ına yakını imam hatip okullarına çevrildi. Hatta bu okulların pek çoğu yüksek kapasitesine rağmen sınırlı kontenjan açarak öğrenci kabul etti. Ardından da tam gün eğitim söylemi geldi. Buradan baktığımızda ileride öğrencilerin zorunlu olarak imam hatipleri tercih etmesi söz konusu mu?

Biz toplum olarak din duygusu gelişmiş bir toplumuz ancak aynı oranda da din sömürüsüne açık bir toplumuz. İşte tam da bu nedenle, halkın dini duygularıyla oynamayan yetişmiş din adamlarına ihtiyaç var. Ne yazık ki, yıllardır imam-hatipler üzerinden bir siyasi söylem geliştirilmiş, öyle de gidiyor. Kasım seçimlerinde de  referandum sürecinde de gördük, camiye siyaset giriyor. Peki o camideki imam gerçekten imam olsa, cemaatine siyasi vaaz verir mi? Vermez. Demek ki, o imam gerçek bir din adamı değil. Bizdeki sorun şudur; özellikle imam hatipler üzerinden iktidar ideolojisi uygulanmaya çalışılıyor. İşte bizim karşı olduğumuz bu.

Öte yandan iktidarın koşullandığı hedef kendi ifadeleriyle ‘dindar nesil’ yetiştirmek. Bunu ille de imam hatipler üzerinden yapmak zorunda değiller. En son MEB bütçesi görüşmelerinde Bakan dini öğretimdeki öğrenci sayısının 524 bin olduğunu söylemişti ve şu dikkat çekici cümle çıktı ağzından, “Sizin kafanızda eğer böyle bir eğitim yok ise evladınıza öyle bir eğitim vermezsiniz.” Yani ailelerin büyük bir çoğunluğu çocuğunu imam hatiplere göndermek istemiyor ve biliyoruz ki bugün pek çok imam hatip okulunda boş sınıflar mevcut. Dolayısıyla eğitimde dini unsurları artırmak hedefe ulaşmak açısından çok daha kolay. Ama tabii, boş kalan imam hatipleri doldurmak için en iyi yöntem seçenekleri azaltıp orayı zorunlu kılmaksa, işi oraya da vardırmak isteyebilirler.

İmam hatiplerin 5-10 yıl içinde eğitimdeki yeri ne olacak?

Sorun sadece okulun adı ve türü değil. Müfredat ve eğitim içeriği, anlayış önemli. Yüzbinlerce imam hatip öğrencisi yetiştirebilirsiniz ama ülkenin gelecekteki ihtiyacı nedir? Bugünkü yöneticilerin kaç tanesi çocuğunun imam ve hatip olmasını istiyor? Yok eğer bunlar din eğitimi ağırlıklı modern okullar deniyorsa, o zaman bu zorlamanın ve yeni cemaatlere yol açmanın gerekçesi nedir? Bugün iktidar salt toplumun masum dini duygularını kullanmak için bu konuyu kullanıyor ama 10-20 yıl sonra hayatın gerçekleri ile karşı karşıya kalan çocuklar çok zorlanacak. Belki ailelerine sitem edecek, modern dünyaya iyi hazırlamadıkları ve yaşadıkları kayıplar için ailelerini suçlayacaklar.

Darbe girişiminin ardından eğitim öğretim yılının başlamasıyla birlikte proje okul yönetmeliği çıkarılarak öğretmenler yıllarca görev yaptıkları okullardan ayrılmak zorunda kaldılar. Türkiye’nin köklü okullarına yönelik böyle bir düzenlemeye gidilmesinin etkilerini gelecekte nasıl göreceğiz?

Köklü ve başarılı okulları proje okul ilan ederek Milli Eğitim Bakanı’nın doğrudan müdahalesine açılması elbette bir kırılma noktasıdır. Ne diye yapıldı bu uygulama; başarının mimarı öğretmenlerden başarısız okullar da faydalansın aklıyla. Şimdi başarısız okulları bu köklü okulların nasıl başarılı olduklarını irdeleyerek aynı seviyeye yükseltmek dururken, buradaki öğretmenleri yuvalarından uzaklaştırmak, öğrencilerin dinamiğini bozmak doğru olabilir mi? Başarılı okulları başarısız okulların seviyesine indirmek hangi akılla bağdaşır! Amaç, bilimsel eğitim veren bu okulların belini kırarak yok etme çabasıdır. Bilimden ve bilimsel eğitimden korkmanın ne bugüne ne yarına faydası var.

Bu arada bir de sübyan okulları var. 3 yaşındaki çocuklara dini eğitim veren okul öncesi kurumlar var. Bu okulların yasalardaki karşılığı nedir?

Çocuk psikolojisi açısından ciddi bir risk. Oyun çağında bu kadar erken yaşta iktidarın çocukların gelişimlerine ideolojik bir yaklaşımla girişimde bulunmasının psikolojik ve sosyolojik zararlarını 15-20 yıl sonra göreceğiz. Liyakatsiz eğitimciler bu çocukların hayal dünyalarına ciddi zarar veriyorlar ve maalesef aileler mahalle baskısı ile ses çıkaramıyor veya iyi niyetle çocuklarının erken yaşta dini eğitim aldığını düşünüyorlar ancak daha kavramları gelişmeyen ve oluşmayan bu çocukların zarar görebileceğini düşünmüyorlar.

Aladağ’da yaşanan korkunç yangında küçük çocukların yasalara, yönetmeliklere aykırı bir şekilde cemaat yurtlarında kaldığını, kalmak zorunda olduğunu gördük. Şu anda cemaat yurtları eğitimde ne kadar yaygın sizce?

MEB asli görevi olan çocukları eğitmek ve korumak görevini maalesef ciddi oranda cemaatlere terk etmiş durumda. Anadolu’nun fakir çocuklarını Cumhuriyet döneminde yatılı okul ve köy enstitülerinde devlet yapardı. Oysa şimdi bu çocuklar her biri farklı inanç ve görüşlere sahip cemaatlere terk edilmiş durumda. Bir cemaat bu çocuklara neden el atmak ister? Neden bu çocukları kapışmaya çalışıyorlar? Herkes kendine “taraftar” yetiştirmek istiyor. Oysa MEB adı üstünde “milli” bir bakanlık, çocuklar MEB tarafından “milli” eşit, ücretsiz ve kaliteli eğitim almalıdır. Maalesef çocuklarımız “birilerine” terkediliyor. Terkedilen bu neslin nereye ve nasıl yol alacağını kimse bilemez.

Üniversitelerdeki ihraçlarla çok sayıda profesör, doçent üniversitelerinden uzaklaştırıldı. Bu kadar profesörün bilimden, öğrencilerinden uzaklaştırılması Türkiye’de nasıl bir kayba yol açacak?

Beş bine yakın akademisyenden söz ediyoruz. Bugüne kadar hiçbir darbe sonrası bu kadar akademisyen zarar görmemişti. Bir bilim insanı kolay yetişmiyor, ortalama otuz yılda yetişiyor, bunu unutmamak gerek. Şimdi düşünün son 6 ayda bir kişinin iki dudağı arasından çıkan kararlarla 5 bin çarpı 30 yıl yani 150 bin yıllık bilgi birikimi, emek bir kalemde heba edildi. Sokağa atıldı. Her bir doçent veya profesörün yetişmesindeki ailelerin emekleri, gözyaşları, çabaları, uykusuz geceleri, girilen binlerce sınav, okul, kitap ve eğitim harcanan milyarca liralık ekonomiyi hesap etmek mümkün değil. Buna 14 bin ÖYP, 2500 işsiz kalan akademisyeni de eklersek 645 bin yıllık eğitim, emek, araştırma, yayın, bilim adına ne varsa yok sayıldı. Bu rakamlar bir felakettir. Heba edilen emek ve insanların kalitesi, insani ve vicdani yönünü hiç görmesek bile, Türkiye 30-40 yılda yetiştirdiği bunca değeri bir günde yok edecek kadar zengin midir? Bu hak mıdır? Adalet midir? Her şey bir yana, bu tüm bilim insanlarının bir günde “terörist” ilan edilmesi, dünyada eşi benzeri olmayan bir “eğitim soykırımıdır”.

Bu ihraçlar neye göre yapıldı, hangi kriterler göz önünde bulunduruldu zaten tartışmalı. KHK’larla kolayı bulundu, ‘terör örgütü’ bağlantısı denilerek hepsi bir sepetin içine atıldı. Anayasa Hukukçusu Prof. İbrahim Kaboğlu’nun terör örgütüyle ne alakası var, üstelik size danışmanlık yapmış. Yüzlerce isim sayabilirim ama İlhan Uzgel, Murat Sevinç, Yüksel Taşkın, Uraz Aydın, İsmet Akça son KHK ile ihraç edilmiş hepsi seçkin akademisyenler. Örneğin yine son KHK ile DTCF Tiyatro Bölümü’nü fiilen kapattılar, sanata darbe vurdular. Mülkiye’ye darbe vurdular. Türkiye’nin bilimsel geleceğini karartmaya yönelik düşüncesiz ve ahlaksızca yapılan bu ihraçların kabul edilir yanı olamaz. Kaybın da telafisi olamaz. Nasıl ki, 80’lerin bugüne uzanan etkilerini yaşıyorsak, aynı etkiyi gelecekte yaşayacağız.

Bir taraftan da ÖYP ve ihraçların ardından birçok üniversitede rektör ya da dekanın eşini, çocuğunu işe aldığı haberleri geliyor. Neler yaşanıyor şu anda üniversitelerde?
Maalesef bugün birçok üniversitemizde olduğu gibi, rektörler fiilen seçimle değil atama yolu ile gelirse, bir de liyakatsiz olursa, kendini öğrencilerine, akademisyen arkadaşlarına ve halkına değil de tek bir adama sorumlu hisseden, biat etmiş, bu nedenle özgüveni olmayan kişilikler eklenirse, hükmü cübbesi içinde yüksek lise müdürü memurlar yönetir üniversiteleri. Üniversitelerinin çalışan ve öğrencilerinin iradesini yansıtmayan, liyakati kendinden menkul, sevilmediğini bilen bu rektörlerin ortak ruh hali rövanşist, öfkeli ve ciddi zarafet sorunu olan kişiler. Tüm zamanlarını kendi çalışanları ile mücadele, kendini ispat etme ve birilerine yaranma ile geçirdikleri için bilime, geleceği planlama ufuklarına sahip değil. Üniversitesi bilimsel verilerle yerlerde sürünen rektörlerin dertleri ve icraatlarına bakın göreceksiniz. Devir değişir, zaman çabuk geçer. Rektörlüğü bitince emekli olana kadar üniversitesi için alnı açık, başı dik gezecek çok az rektör var. Maalesef birçoğu işleri bitip, iktidar tarafından kullanıldıktan sonra utanç içinde küçük odalarına dönecek. Ya ömür boyu günah çıkaracaklar ya da ömür boyu öfke ve nefret ile icraatlarını savunmaya çalışacaklar. Dünyaya ve insanlığa bir sayfa yararı olmadan yandaş birkaç akademisyen beslemeleri ile çay kahve içerek odalarında saklanarak emekliliklerini bekleyecekler.

Bugün birçok üniversite, rektörlerin çiftliği haline gelmiştir. Beyaz cübbelerini giydikten sonra kendi kampüsleri içinde bir bölümü baş imam edasında, bazıları “tanrının yeryüzündeki gölgesi”, bazıları “kurtarıcı” pek çoğu da “tebliğci” ruh hali ile “el verme” veya “baş alma” derdinde ama kesin olan çoğu “yerinde kalma” kaygısında.

Her sabah “Ben sarayın rektörüyüm, saray da benim velinimetimdir” duası ile mesaisine başlayan rektör ne YÖK’ü ne de MEB’i tanımıyor. YÖK’ün üniversiteler üstündeki yaptırım gücü ve konuları aile içinde iyi niyet ve sessizce çözme çabasını bir zafiyet olarak gören ve bundan yararlanma derdindeki rektörler, üniversiteleri yandaş, arkadaş, akraba ve aile çiftliğine çevirmiş durumdadır.

Bilimsel kifayetsizlik, ufuksuzluk ve liyakatsizlik çok ciddi bir sorundur ancak yandaş olacağım diye bilimsel onuru, akademik namusu ve bilimsel ahlakı ayaklar altına almak felakettir. İlk üç sorun zamanla ve liyakatle çözülür ama son üç sorun bir karakter ve kişilik sorunudur, maalesef tedavisi ve çözümü yoktur.
Üniversitelerin web sayfalarına girin. Zannedersiniz ki; üniversite Nobel almış ya da almak üzere. Üniversite daha önce yokmuş da sanki bugünkü rektör kuruyormuş zannedersiniz. Coşkulu açılışlar, fotoğraflar, sevinç içinde öğrenci görüntüleri. Benim bir ricam var. Rektörler bilime, araştırmalara samimiyetle inanıyorsa, kendilerine güveniyorlarsa her yıl öğrenci, akademisyen ve çalışanlar arasında bağımsız bir kuruluşa bir anket veya araştırma yaptırsın ve sonuçları açıklasın. Binlerce ıvır zıvır araştırma, tırı vırı çalışmalar yaptırtan rektörler kendilerini ölçen bir tek araştırma neden yaptırmazlar? Madem başarılı ve sevilen insanlar, yaptırsınlar görelim.

Son olarak eğitimde tüm bu yaşananlara baktığımızda Türkiye’yi gelecekte nasıl bir nesil bekliyor? Tüm bunların eğitime etkileri ve geleceğimize yansıması neler olacak?
Her gelen iktidar, çocukları ve gençliği ideolojisinin deney alanı olarak görüyor.

Z kuşağı ve Y kuşağı dediğimiz 45 milyondan fazla genç ve çocuğumuz var. Eğitim, aileler ve yöneticiler bu nesilleri kaliteli, özgüvenli ve çağdaş dünyada mücadele edebilecek nitelikte yetiştirmek ve en önemlisi “umut” vermek zorundadır. Mevcut eğitim ve öğretim sistemimizin ezbere dayalı ve ideolojik bir yolu izliyor olması, bugünün çocuklarını ve gençlerini gerçek hayata hazırlayamamaktadır. İşsizlik de gençliğin geleceğe güveninin önünde başka bir sorun olarak büyümektedir. İşsizlik artan suç oranı demektir. Tüm bu etkenler kendi bireysel kurtuluşlarına odaklanmış bir nesil ve aile profili ortaya çıkarmaktadır.  Türkiye’de 181 üniversite ve bu okullara kayıtlı 13 milyon genç var. OECD’nin 2016 raporlarına göre, 15-29 yaş arası gençler arasında işsizlikte, yüzde 30’luk bir oranla Türkiye birinci sıradadır. Kendi içine kapanmış yalnız ve gelecekten umudu olmayan endişeli bireyler yetişmesi veya içinde bulunduğu zamana, ülkeye, kültüre, ötekine, kendi gibi düşünmeyeni yanlış gören, tepeden bakan, öfke ile karşı çıkan nesil ciddi bir tehlikedir.
Kırsal kesime göre daha iyi şartlarda yaşayan ve okuyan gençlik de iyi bir eğitim alıyor gibi gözükse de çoğu zaman anne ve babanın çalışmak durumunda olması onları daha en başında esas bilgi, güven ve kültür alma çağlarında sevgi ve ilgi eksikliği ile büyüyen, psikolojik sorunlarla tek başına mücadele etmek zorunda kalan bireyler haline dönüştürmektedir.
Okumayan ama televizyon ve internet yolu ile kontrolsüz bir şekilde öğrenen bir gençliğin kendisinden sonra yetiştireceği gençlik bugünkünden daha iyi olamayacaktır. Hem televizyonun hem de bilgisayar ve internet oyunlarının şiddet ile ilgili içeriğinin yoğunluğu gelecekte daha büyük bir toplumsal yara olarak karşımıza çıkacaktır.
Bugün öğrenci, öğretmen, akademisyen ve hatta sıradan vatandaş mutsuz ve umutsuzdur. Bu nedenle birçok kişinin hedefi “ülkeden gitmektir”. Maalesef son yıllarda baskı, korku, güvensizlik, adaletsizlik ve hukuksuzluklar nedeniyle gelecek endişesi ile başka ülkelere gitmek isteyenler ve “Laik Hicret” denen göç amacıyla yurtdışına kaçmayı düşünen insan sayımız hızla artmaktadır. Mutlu olduğunu sananlar ya gidişatın farkında değil ya da bugün için iktidarın nimetlerinden yararlananlardır.